Psikolog Merve SAYAR
“Sevmek, var olmayan birine sahip olmadıklarını vermek demektir.”
Jacques Lacan
Aşk, genel anlamda özel bir kişiye duyulan duygusal bağ olarak tanımlanır.
Peki psikanaliz bize bu konuda ne diyor?
Anne karnındaki bir bebek belli evrelerle birlikte gelişiyor, bütünlük duygusu bu evrelerle daha güçlü hale geliyor. Doğum yaklaşıyor, anne karnındaki bebek, bütünlük duygusuyla alıştığı düzene son vermek zorundadır.
Anne rahminden çıktığı an da bebek (özne) , ilk ayrılık (yarılma) anını yaşıyor ve eksiklik duygusunu, ilk sevgi ve güven objesi olan anneden ayrılarak yaşıyor. Belli dönemlerle birlikte bebek, çocuk olmaya başladıkça ayrı bir birey olduğunun farkına varıyor ancak o boşluk kapanmıyor. Tekrar ötekilerde (karşı cins, hemcins veya başka bir durum ya da şey) eksik kalan benliğinin tamamlama arayışına girecek. Peki bu arayış bağımsız mı olacak kendi deneyimlerinden?
Hayır, olmayacak.Ötekinin arzusu (bakım veren, anne, baba), bir gün onun arzusu olacak, biliçdışı düzeyinde. Etrafınızı gözlemleyin ve ikili ilişkileri olan çevrenizde veya kendinizde, ilişkiniz olduğu kişinin bir tutam da olsa ailenizden ve çevrenizden kime benzediğini düşünün. Neden o, sorusuna cevap verilemez çünkü bilinç düzeyinde verilecek bir cevap değildir bu, aşk dilimize sığmaz, onu anlatacak bir dil geliştiremeyiz. Diyeceğimiz belli kalıpta cümlelerdir;
Çok güzel
Çok akıllı,
Sempatik
Anlayışlı
Güçlü..vs.
Elbette ondan akıllısı, güzeli, zekisi var ama neden o, sorusu burada tıkanır çünkü ‘o’. Bu özellikler bilinçdışı arzularımızla bağlantılıdır, kişisel deneyimlerimize göre şekillenirler.
Asıl olan asla dolmayacak sonsuza kadar bize aşkı yaşatacak bir boşluğun olmasıdır. Kişiler sadece arzu nesneleridir ve arzunun enerjisi akışkandır, nesnelere ve öznelere kayabilir. Örnek verecek olursak bir dönem sevdiğimizi düşündüğümüz kişiyi unutup başkasını sev-ebilmemiz(bilinçdışının eylemleri).
Her zaman bulacağımızı sanırız, hep onu bekleriz, hayaller kurarız, yaşayacağımız o şahane aşkı, zihnimizde kurarız, tasarlarız, bir sefer olacak gibi olur, tam kıyısına gelir, bir bakarız ‘hiç birşey’ olmamış. Unuttuğumuz şey tasarımını yaptığımız kişiyle, tanıştığımız kişinin farklı olabileceği. Sonra bunun adını ‘aşk acısı’ koyarız, verdiğimiz emeklerden bahsederiz, onu ne kadar sevdiğimizden , bize yazık ettiğinden ve asıl gerçeği asla göremeyiz. Zaten görünmemek üzere tasarlanmıştır, anne rahminden ayrılmayla gelen aldatmaca bir boşluk duygusunu başka şeylerle doldurmaya çalıştığımız, duygusal ihtiyaç artık yeme-içme gibi bir fizyolojik ihtiyaca dönüşmüştür. Kabullenilemez çünkü bedeli ağırdır, ruhsal bir ızdıraptır. Aslında herşey yalnızlıkla ilgili, yalnızlığın kabulüne dair…